Fatihin Müjdelenen Şehri 3 Devirde İstanbul

Stok Kodu:
9789756614730
Boyut:
165-240
Sayfa Sayısı:
256
Basım Yeri:
İstanbul
Baskı:
1
Kapak Türü:
Karton
Kağıt Türü:
1.Hamur
Dili:
Türkçe
0,00
9789756614730
118412
Fatihin Müjdelenen Şehri
Fatihin Müjdelenen Şehri 3 Devirde İstanbul
0.00
ARKA KAPAK
Bizanslılara göre Konstantinopolis, Hz. İsa ve Meryemin koruması altında iken, Osmanlılar nezdinde Hz. Muhammedin İslamın mutlak galebesinin bir nişanı olarak fethini müjdelediği şehirdir. 1453te Osmanlı ordularının şehre girişi Konstantinopolis için yeni bir devrin başlangıcı olacak, İstanbulu payitaht ilan eden Fatih, Konstantinden sonra şehrin ikinci kurucusu sayılacaktır.
Elinizdeki kitap bir İstanbul tarihi değildir. Şehre ait zenginliklerin ve güzelliklerin elverdiğince makaleler bazında derlenme çalışmasıdır. Fatihin Müjdelenen Şehri, Osmanlı dönemi İstanbulunu, idarecilerinden halkına, mimari yapılarından gündelik hayatına, kucak açtığı yabancı sanatçı ve bilim adamlarına kadar ince ince detaylandırıyor. 3 Devirde İstanbul üçlemesinin bu ikinci kitabı, Türkiye nüfusunun dörtte birini bünyesinde barındıran ve büyüdükçe zenginliklerini yitiren bu şehre olan duyarlılığı bir nebze olsun arttırabilirse, şehri pazarlamak yerine özümsemeye çalışan ufak da olsa bir kitlenin oluşumuna hizmet ederse amacına ulaşmış sayılır.

ÖNSÖZ
29 Mayıs 1453te gelen fetih, İstanbul açısından tam anlamıyla bir dönüm noktasıdır. Şehir, bu tarihten itibaren Osmanlı İmparatorluğunun egemenliği altına girer. Konstantinopolisi ele geçiren Osmanlı sultanı 2. Mehmet, bu olay sonrasında Fatih unvanı ile anılır olmuş ve İslam dünyasında büyük bir saygınlık kazanmıştır. Her ne kadar sahihliği ilahiyat çevrelerince tartışılsa da Hz. Muhammede atfedilen Konstantiniyye mutlaka fethedilecektir. Onu fethedecek kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel bir ordudur hadisi çerçevesinde Rum kayzerliğinin ya da nam-ı diğer Roma İmparatorluğunun son başkenti, henüz yirmili yaşlarının başında ve çiçeği burnunda bir Türk hükümdarı tarafından alınacaktır. İstanbulun ehil bir sultanın eline geçtiği rahatlıkla söylenebilir. Zira Fatih, yaşadığı dönemin kalıplarına sığmayan bir adamdır. Daha şehzadelik döneminde sarayında İtalyan sanatçı ve danışmanlar barındıran, onlardan Batı dilleri öğrenmeye çalışan, tutmuş olduğu bir deftere insan ve hayvan suretleri çizerek portre sanatına ilgi duyan, bununla da yetinmeyerek İtalyadaki sanatsal gelişmeleri yakından izleyen, saltanat yıllarında bazı İtalyan sanatçıları başkentine getirterek onlara siparişler vererek madalyon ve portresini yaptıran, hatta bazı Batılı kaynaklara göre yaşadığı sarayın duvarlarına dahi resimler çizdiren, dönemin patriğinden Hıristiyanlığın esaslarını anlatan ve akaidini savunan bir risale kaleme almasını isteyip sonrasında ortaya çıkan eseri beğenerek bu din adamını takdir eden, dönemin İslam şeriatı algısı çerçevesinde her ne kadar şehrin yağmalanmasının önüne geçemese de Ayasofya başta olmak üzere bir takım kamu binalarını Kılıcımın hakkıdır diyerek koruması altına alıp yağmadan koruyan, eski Roma imparatorlarının yaşadığı sarayların harap halini gördükten sonra hüzünlenerek Farsça şiirler söyleyen, gayrimüslimlerin yaşadığı Galataya övgüler düzen, şehri başta kendi adını taşıyan külliye olmak üzere paşalarına sipariş ettiği İslam mimarisinin seçkin örnekleri ile donatıp, farklı bölgelerden getirdiği İslam ahalisi ile iskan eden bir İslam mücahididir karşımızdaki ve hiç şüphe yok ki Osmanlı tarihinde onunla karşılaştırılabilecek bir emsal bulunmamaktadır.
Kent, Fatih devrinde tarihinin en büyük imar hareketlerinden birine sahne olacaktır. Bu nedenle onu ikinci bir Konstantin olarak selamlamak yerinde olur. Büyük Konstantin, bilindiği üzere, yaptırdığı kiliseler, şehir surları, forumlar ve anıtsal abidelerle şehri Romanın başkenti olacak bir seviyeye yükseltmiş, çeşitli bölgelerde yaşayan pek çok insanı buraya getirtmiş ve onlara başta bedava ekmek olmak üzere bir takım ayrıcalıklar tanıdığı gibi, kent limanını imparatorluğun en önemli ekonomik merkezlerinden biri haline getirmeye çalışmıştır. Onun girişimleri halefleri tarafından da devam ettirilmiştir. Fatihin faaliyetleri de aynı şekilde oğlu ve torunları tarafından devam ettirilmiştir. Nitekim 1509da gerçekleşen ve İstanbul halkının Küçük Kıyamet olarak isimlendirdiği deprem sonrasında şehir yeni baştan imar edilmek durumunda kalmıştır. Kanuni döneminde Türk mimarlık tarihinin en önemli şahsiyeti olan Sinanın girişimleri sonrasında şehir, Osmanlı kimliği altında en görkemli devresini yaşar. Bu vakte kadar olan süreç içinde Müslüman halkın yoğun olarak yaşadığı iç kesimlerde pek çok külliye vücuda getirilmiştir. Öyle ki 17. yüzyıl başlarında Safiye Sultan ve onun torunu I. Ahmet, şehir içinde kendi isimlerini taşıyacak külliyeler için yer bulmakta oldukça zorlanacaklardır. Bundan dolayı Safiye Sultan Eminönündeki Yahudi semtini, bugün Yeni Cami olarak bilinen külliye kompleksi için belirlemek durumunda kalacaktır. Sultan Ahmet Camiini inşa eden Sedefkâr Mehmet Ağanın en büyük başarılarından biri ise doğal olarak diğer selatin camilerine göre son derece dar bir alana, bu kadar görkemli bir külliyeyi oturtabilmesidir.
Şehir hızla bir İslam kimliğine bürünürken, Osmanlı başkentine gelen seyyahlar da eski Bizans kimliğinin aynı hızla silindiğinden bahsederler. Bu durumun en temel nedeni ise işlevini yitirmiş nazarı ile bakılan Bizans yapılarına el atılmamasıdır. Eserler çoğu zaman kendi kaderlerine terk edilmiş, deprem ya da yangın sonrasında harabe haline gelen yapıların taş ve mermer parçaları ise başka mimari eserlerin inşasında kullanılmıştır. Bu durumun kayda değer tanıklarından biri de Kanuni devrinde Fransa kralı I. Fransua tarafından İstanbula gönderilen Petrus Gylliustur. Gyllius, İstanbula antik metinleri okuyarak gelmiş ve ardında, şehirdeki Bizans yapılarının yaşadığı çağdaki görünümünü anlatan son derece kıymetli bir eser bırakmıştır. Gyllius, şehre geldiğinde iki dikilitaş gördüğünü, bunların birinin hipodrom alanında diğerinin ise saray arazisi içinde olduğunu, ikincisinin sonradan yıkıldığına şahitlik ettiğini ve yıkılan bu sütunun da bir Venedikli tarafından satın alındığını anlatır. Yine Ayasofya önünde bulunan ve bir sütun üzerinde yükselen Justinyanus heykeli de benzer bir kader yaşadı. Önce heykel sütunun üzerinden indirilmiş, sonrasında da sütun stilobat denilen kaidesi...
ARKA KAPAK
Bizanslılara göre Konstantinopolis, Hz. İsa ve Meryemin koruması altında iken, Osmanlılar nezdinde Hz. Muhammedin İslamın mutlak galebesinin bir nişanı olarak fethini müjdelediği şehirdir. 1453te Osmanlı ordularının şehre girişi Konstantinopolis için yeni bir devrin başlangıcı olacak, İstanbulu payitaht ilan eden Fatih, Konstantinden sonra şehrin ikinci kurucusu sayılacaktır.
Elinizdeki kitap bir İstanbul tarihi değildir. Şehre ait zenginliklerin ve güzelliklerin elverdiğince makaleler bazında derlenme çalışmasıdır. Fatihin Müjdelenen Şehri, Osmanlı dönemi İstanbulunu, idarecilerinden halkına, mimari yapılarından gündelik hayatına, kucak açtığı yabancı sanatçı ve bilim adamlarına kadar ince ince detaylandırıyor. 3 Devirde İstanbul üçlemesinin bu ikinci kitabı, Türkiye nüfusunun dörtte birini bünyesinde barındıran ve büyüdükçe zenginliklerini yitiren bu şehre olan duyarlılığı bir nebze olsun arttırabilirse, şehri pazarlamak yerine özümsemeye çalışan ufak da olsa bir kitlenin oluşumuna hizmet ederse amacına ulaşmış sayılır.

ÖNSÖZ
29 Mayıs 1453te gelen fetih, İstanbul açısından tam anlamıyla bir dönüm noktasıdır. Şehir, bu tarihten itibaren Osmanlı İmparatorluğunun egemenliği altına girer. Konstantinopolisi ele geçiren Osmanlı sultanı 2. Mehmet, bu olay sonrasında Fatih unvanı ile anılır olmuş ve İslam dünyasında büyük bir saygınlık kazanmıştır. Her ne kadar sahihliği ilahiyat çevrelerince tartışılsa da Hz. Muhammede atfedilen Konstantiniyye mutlaka fethedilecektir. Onu fethedecek kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel bir ordudur hadisi çerçevesinde Rum kayzerliğinin ya da nam-ı diğer Roma İmparatorluğunun son başkenti, henüz yirmili yaşlarının başında ve çiçeği burnunda bir Türk hükümdarı tarafından alınacaktır. İstanbulun ehil bir sultanın eline geçtiği rahatlıkla söylenebilir. Zira Fatih, yaşadığı dönemin kalıplarına sığmayan bir adamdır. Daha şehzadelik döneminde sarayında İtalyan sanatçı ve danışmanlar barındıran, onlardan Batı dilleri öğrenmeye çalışan, tutmuş olduğu bir deftere insan ve hayvan suretleri çizerek portre sanatına ilgi duyan, bununla da yetinmeyerek İtalyadaki sanatsal gelişmeleri yakından izleyen, saltanat yıllarında bazı İtalyan sanatçıları başkentine getirterek onlara siparişler vererek madalyon ve portresini yaptıran, hatta bazı Batılı kaynaklara göre yaşadığı sarayın duvarlarına dahi resimler çizdiren, dönemin patriğinden Hıristiyanlığın esaslarını anlatan ve akaidini savunan bir risale kaleme almasını isteyip sonrasında ortaya çıkan eseri beğenerek bu din adamını takdir eden, dönemin İslam şeriatı algısı çerçevesinde her ne kadar şehrin yağmalanmasının önüne geçemese de Ayasofya başta olmak üzere bir takım kamu binalarını Kılıcımın hakkıdır diyerek koruması altına alıp yağmadan koruyan, eski Roma imparatorlarının yaşadığı sarayların harap halini gördükten sonra hüzünlenerek Farsça şiirler söyleyen, gayrimüslimlerin yaşadığı Galataya övgüler düzen, şehri başta kendi adını taşıyan külliye olmak üzere paşalarına sipariş ettiği İslam mimarisinin seçkin örnekleri ile donatıp, farklı bölgelerden getirdiği İslam ahalisi ile iskan eden bir İslam mücahididir karşımızdaki ve hiç şüphe yok ki Osmanlı tarihinde onunla karşılaştırılabilecek bir emsal bulunmamaktadır.
Kent, Fatih devrinde tarihinin en büyük imar hareketlerinden birine sahne olacaktır. Bu nedenle onu ikinci bir Konstantin olarak selamlamak yerinde olur. Büyük Konstantin, bilindiği üzere, yaptırdığı kiliseler, şehir surları, forumlar ve anıtsal abidelerle şehri Romanın başkenti olacak bir seviyeye yükseltmiş, çeşitli bölgelerde yaşayan pek çok insanı buraya getirtmiş ve onlara başta bedava ekmek olmak üzere bir takım ayrıcalıklar tanıdığı gibi, kent limanını imparatorluğun en önemli ekonomik merkezlerinden biri haline getirmeye çalışmıştır. Onun girişimleri halefleri tarafından da devam ettirilmiştir. Fatihin faaliyetleri de aynı şekilde oğlu ve torunları tarafından devam ettirilmiştir. Nitekim 1509da gerçekleşen ve İstanbul halkının Küçük Kıyamet olarak isimlendirdiği deprem sonrasında şehir yeni baştan imar edilmek durumunda kalmıştır. Kanuni döneminde Türk mimarlık tarihinin en önemli şahsiyeti olan Sinanın girişimleri sonrasında şehir, Osmanlı kimliği altında en görkemli devresini yaşar. Bu vakte kadar olan süreç içinde Müslüman halkın yoğun olarak yaşadığı iç kesimlerde pek çok külliye vücuda getirilmiştir. Öyle ki 17. yüzyıl başlarında Safiye Sultan ve onun torunu I. Ahmet, şehir içinde kendi isimlerini taşıyacak külliyeler için yer bulmakta oldukça zorlanacaklardır. Bundan dolayı Safiye Sultan Eminönündeki Yahudi semtini, bugün Yeni Cami olarak bilinen külliye kompleksi için belirlemek durumunda kalacaktır. Sultan Ahmet Camiini inşa eden Sedefkâr Mehmet Ağanın en büyük başarılarından biri ise doğal olarak diğer selatin camilerine göre son derece dar bir alana, bu kadar görkemli bir külliyeyi oturtabilmesidir.
Şehir hızla bir İslam kimliğine bürünürken, Osmanlı başkentine gelen seyyahlar da eski Bizans kimliğinin aynı hızla silindiğinden bahsederler. Bu durumun en temel nedeni ise işlevini yitirmiş nazarı ile bakılan Bizans yapılarına el atılmamasıdır. Eserler çoğu zaman kendi kaderlerine terk edilmiş, deprem ya da yangın sonrasında harabe haline gelen yapıların taş ve mermer parçaları ise başka mimari eserlerin inşasında kullanılmıştır. Bu durumun kayda değer tanıklarından biri de Kanuni devrinde Fransa kralı I. Fransua tarafından İstanbula gönderilen Petrus Gylliustur. Gyllius, İstanbula antik metinleri okuyarak gelmiş ve ardında, şehirdeki Bizans yapılarının yaşadığı çağdaki görünümünü anlatan son derece kıymetli bir eser bırakmıştır. Gyllius, şehre geldiğinde iki dikilitaş gördüğünü, bunların birinin hipodrom alanında diğerinin ise saray arazisi içinde olduğunu, ikincisinin sonradan yıkıldığına şahitlik ettiğini ve yıkılan bu sütunun da bir Venedikli tarafından satın alındığını anlatır. Yine Ayasofya önünde bulunan ve bir sütun üzerinde yükselen Justinyanus heykeli de benzer bir kader yaşadı. Önce heykel sütunun üzerinden indirilmiş, sonrasında da sütun stilobat denilen kaidesi...
Kapat